Sözü edilen yıkım hepimizden uzak olsun.
Hatırladığı şeyi söyleyecekken yine unutuvermek."Dilinin ucuna geldi ama utandığı için söyleyemedi."
Dilini tutmak: Sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak, rast gele konuşmamak."Dilini tutmasını bilmeyenlerin başına neler geldiğini sana söylemediler mi?"
Dilini yutmak: Büyük bir korku, şaşkınlık ya da sevinç karşısında konuşamaz hâle gelmek."Korkudan neredeyse dilini yutacaktı."
Dilin kemiği yok ya!: 1.
Pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak.
Birini konuşturmak."Hiç umulmadık bir anda konuyu dile getirdi, hepimizin anlamasını sağladı."
Dile kolay: Söylenmesi kolay ama yapılması ortaya konması ya da katlanılması çok güç."Evet, dile kolay, haydi yap da görelim."
Dili açılmak: Herhangi bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya başlamış olmak."Dili açıldı çok şükür!"
Dili dolaşmak: Heyecan, korku ya da bir sebebiyle söyleyeceğini şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek."Babasını aniden karşısında görünce dili dolaştı, kekelemeye başladı."
Dili dönmemek: 1.
Dili tutulmak: Herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek."Sevinçten dili tutuldu bizim kızın."
Dili uzun: İncitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse."O uzun dilini bana kestirmeden çek içeri!"
Dili varmamak: Bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak."Sana git demeye dilim varır mı sanıyorsun?"
Dillerde dolaşmak: Her yerde kendisinden, ondan söz edilmek."Cephede gösterdiği yararlılıklardan sonra adı dillerde dolaşır oldu."
Dillere destan olmak: Bir olay veya nitelik halk arasında yayılmak."Ona öyle bir oyun oynayacağım ki dillere destan olacak!"
Diline pelesenk etmek: Bir sözü her zaman, yerli yersiz tekrarlamak."Şey sözünü diline pelesenk etmişsin, her cümlenin başında kullanıyorsun."
Dil uzatmak: Bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek."Ben öğretmenime dil uzattıracak adam değilim."
Dil yarası: Acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık."Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez demişler."
Diş bilemek: Öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir durum almak."Bana diş bilediği bakışlarından belli."
Dişe dokunur: Hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli."Dişe dokunur bir iş yapmışsın, aferin çocuğum."
Diş geçirememek: Etkisiz kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü dinletememek."Bir çocuğa diş geçiremiyorsun, ne biçim annesin sen!"
Diş gıcırdatmak: Kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek."Dediğini yaptıramayınca dişlerini gıcırdatmaya başladı."
Diş göstermek: Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek."Biraz diş göstersen hemen yola geleceklerdir."
Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, içeceğinden vb.
Her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak.
Dar kafalı: Anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan."Dar kafalı insanlarla anlaşmak oldukça zordur."
Devede kulak: Bütüne göre çok ufak bir parça."Onun yaptığı iş devede kulak kalır."
besliyordu komşusuna karşı."
Dilden dile dolaşmak: Her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak."Ata sözleri dilden dile dolaşarak günümüze kadar geldi."
Dil dökmek: Kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek."Peşine düşen çocuğu ne kadar dil döktüyse de evde kalmaya razı edemedi."
Dil ebesi: Çok fazla ve esprili konuşan."Dil ebesi bir adam o, sen onunla başa çıkamazsın."
Dile (dillere) düşmek: Hakkında dedikodu yapılmak."Allah kimseyi dile düşürmesin, kadıncağız sokağa çıkamaz oldu."
Dile gelmek: 1.
Başına devlet kuşu mu kondu dersin?"
Başına dolamak: İçinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek."Bu işi benim başıma dolayanlar, dilerim hiçbir zaman onmazlar!"
Başına iş açmak: Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak."Bırak o bıçağı elinden, hiç yoktan başına iş açacaksın."
Başında kavak yeli esmek: 1.
2. Dile düşmek.”Dile geldi dağlar, avuttu onu!”
Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek."Sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun meğer."
Ele geçirmek: Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak."Şu toprak parçasını da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir."
El elde baş başta: 1.
Dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor, dönüyor, kayıyor duygusu içinde sarsılmak."Çabuk durdur arabayı, başım dönmeye başladı."
Başı göğe ermek: Beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak."Üç kuruş zam yapıldı diye maaşına, başı göğe erdi sanıyor; bilmiyor ki enflasyon bir ay sonra alacak o zammı elinden."
Başı kalabalık (olmak): Bir iş dolayısıyla yanında çok fazla kişi olmak."Kusura bakma, başım kalabalıktı bugün, seni arayamadım."
Başına belâyı satın almak: Sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik verici olduğunu sonradan anladığı bir işe kendi isteği ile girmiş bulunmak."Nereden girdim bu inşaat işine, durup dururken başıma belâyı satın aldım."
Başına bir hâl gelmek: Büyük, içinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak; kötü duruma düşmek."Gece gitme, başına bir hâl gelir diye korkuyorum."
Başına buyruk: Dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan."Sizin çocuk da amma başına buyruk bir çocuk olmuş."
Başına çalmak: Bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içinde vermek."Al da başına çal bu sapı kırık küreği."
Başına çorap örmek: Bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak."Onun başına bir çorap örecekler diye korkuyorum."
Başına çökmek: 1.
Dile düşmek."Dile geldi dağlar, avuttu onu!" Dile getirmek: 1.
Ayakta durarak, ayakta dikilerek."Gel de şu büfede ayak üstü atıştıralım biraz."
B
Baklayı ağzından çıkarmak: Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyleri söylemek."Yeter artık, çıkar ağzından şu baklayı!"
Baldırı çıplak: İşsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından."Sokaklar baldırı çıplaklardan geçilmiyor."
Başa baş (gelmek): Birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak."Takımlar başa baş bir mücadele verdiler."
Başa çıkarmak: 1.
Çok üşümek."Haydi elimiz ayağımız buz kesmeden girelim içeri."
Eli ayağı tutmak: İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak."Çok şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor."
Eli bayraklı: Kavgacı, şirret, edepsiz."Onun eli bayraklı bir kadın olduğunu daha yeni anladınız."
Eli bol: Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan."Duyduğumuza göre Hasan Çavuş eli bol bir insanmış."
Eli boş dönmek: Umduğunu alamadan geri dönmek."Eli boş döneceği hiç aklıma gelmezdi."
Eli böğründe kalmak: Çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa uğramak."Tek hayvanın öldüğünü görünce eli böğründe kaldı."
Eli cebine gitmemek (veya varmamak): Cimri olmak, para harcamaya kıyamamak."Ondan da yardım istediler, ancak eli cebine bir türlü gitmedi, arkasını dönüp uzaklaştı."
Eli çabuk: Süratli iş gören."Eli çabuk adamlara ihtiyacımız var."
Eli darda: Geçimi için para sıkıntısı çeken."Eli darda insanlara yardım etmek insanlık borcudur."
Eli değmemek: Bir işi yapmaya zaman bulamamak."Odanı temizlemeye elim değmiyor."
Eli hafif: İncitmeden, can yakmadan iş gören."İğneyi Hatice hemşireye vurdurun eli hafiftir onun."
Eli kalem tutmak: 1.
dilden dile dolaşmak deyimi ne demek acil
Zahmet çekmek : Sıkıntı, güçlük, yorgunluk ve eziyetlere katlanmak.”Senin adam olman için az zahmet çekmedim ben.
Zahmete sokmak : Birine sıkıntı, güçlük ve yorgunluk vermek; masraf ettirmek.”Adamcağızı durup dururken zahmete sokmuşsunuz.
Zaman kazanmak : Birini oyalayarak ihtiyacı olduğu zamanı mümkün olduğunca uzatmaya çalışmak
Zaman kollamak : 1. Uygun bir fırsat beklemek. 2. Bir işin sırasını beklemek.”Zamanını kolla öyle gir işe, zamansız girip de rezil olma.
Zaman öldürmek : Kimi şeylerle uğraşarak belli bir zamanın geçmesini sağlamak, boş şeylerle vakit geçirmek.”Burda beklemekle zaman öldürüyoruz beyler.
Zaman vermek : Bir iş için belli bir süre ayırmak.”Bana biraz zaman verirseniz gidip onu çağırabilirim.
Zaman zaman : Belli olmayan zamanlarda, ara sıra.”Zaman zaman o da aramıza katılırdı.
Zamane çocuğu : Eski nesile göre hayli yadırganacak davranışlarda bulunup sözler sarf eden kimse.”Zamane çocuğu ne olacak.
Zar tutmak : Tavla oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara parmaklar arasında belli bir biçim verip öyle atmak
Zart zurt etmek : Bağırıp çağırarak, yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini büyük göstererek kaba kuvvet gösterisinde bulunmak
Zar zor : 1. Güçlükle, zorla. 2. “Ucu ucuna, kıt kanaat, istenilen ölçüye ancak yaklaşabildi.” anlamında kullanılır.”Zar zor getirdik adamı.
Zehir etmek : Bir şeyin tadını kaçırmak, iyiyken kötü duruma sokmak.”Yediğim şu yemeği zehir ettiniz bana.
Zehir zemberek : İnsanın içine işleyen, onurunu zedeleyen çok acı söz
Zembereği boşanmak : 1. Saatin zembereği kurulmaz duruma gelmek. 2. Kendini tutamayarak uzun uzun gülmek
Zemheri zürafası (gibi) : Kışın ince elbise giyip gezenler için söylenir
Zemin hazırlamak : Bir işin gerçekleştirilmesi için uygun ortam hazırlamak, meydana getirmek
Zemzemle yıkanmış olmak : Biri, ötekine göre çok daha iyi nitelikte olmak
Zerre kadar : Hiç denecek kadar az.”Onu zerre kadar sevmiyorum.
Zevahiri kurtarmak : Bir işi gereği gibi değil de üstünkörü yapmak ve böylece söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak.”Bu girişimimizle zevahiri kurtardık, daha ne istiyorsun?
Zeval bulmak : Son bulmak, bozulup yok olmak, çökmek
Zeval vermemek : Zarar ziyan vermemek, korumak.”Allah kimseye zeval vermesin.
Zevkten dört köşe olmak : Çok mutlu olduğu anlaşılmak, çok sevinip keyiflenmek ve aşırı zevk duymak.”Takımı galip gelince zevkten dört köşe oldu.
Zevkine varmak : Bir şeyin tadını alabilmek, çıkarmak ve duymak; inceliklerini görebilmek.”O sabah, manzaranın zevkine vardık.
Zevkini çıkarmak : Bir şeyin tadından, güzelliğinden olabildiğince yararlanabilmek.”Gelin şu gezinin zevkini çıkaralım.
Zeytinyağı gibi üste çıkmak : Bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla kendini haklı ya da suçsuz çıkarmaya çalışmak
Zıddına gitmek : Karşısındakini sinirlendirmek, sinirini bozmak; bir şeyin tersine hareket etmek.”Niçin devamlı benim zıddıma gidiyorsun.
Zılgıt yemek : Azarlanmak, paylanmak.”Senin yüzünden öğretmenden zılgıt yedik.
Zınk diye durmak : Birdenbire, aniden durmak.”Önümdeki adam zınk diye durunca ne yapacağımı şaşırdım.
Zırnık (bile) vermemek : Az da olsa, en ufak bir şey de olsa vermemek.”Ona bu mirastan zırnık bile koklatmayacağım.
Zıvanadan çıkmak : 1. Çok sinirlenip öfkelenmek, taşkınca hareketlerde bulunmak. 2. Delirmek, aklını oynatmak.”Biraz daha konuşup da beni zıvanadan çıkarmayın!
Zihin açıklığı : İyi, sağlıklı düşünebilme gücü.”Sana Allah`tan zihin açıklığı dilerim.
Zifiri karanlık : Çok karanlık.”Zifiri karanlıkta yola çıktık.
Zihni bulanmak (karışmak) : Sağlıklı düşünemez olmak, olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmek, ne yapacağını şaşırmak.”Bir anda zihnim bulandı, saçmalamaktan korkup konuşmayı yarıda kestim.
Zihnini bulandırmak : 1. Kuşkulandırmak. 2. Düşünemez hâle getirmek
Zihnini çelmek : 1. Bir kimseyi yanıltmak. 2. Kandırıp baştan çıkarmak
Zihnini kurcalamak : Aklına takılan bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak.”Akşamki mesele zihnimi kurcalayıp duruyor.
Zihnini oynatmak : Çıldırmak, aklını yitirip delirmek.”Sen zihnini mi oynattın?
Zil takıp oynamak : Çok sevinmek
Zimmetine geçirmek : 1. Kendine mal etmek. 2. Bir hesabı birinin borcuna eklemek.”Devletin onca malını zimmetine geçirmiş.
Zincire vurmak : Prangaya vurmak (mahkûmu).”Bütün esirleri zincire vurup zindana atmışlardı.
Zindan kesilmek : 1. Çok karanlık duruma gelmek. 2. Yaşanılan yer çok sıkıntı verici, yaşanılamayacak derecede kötü hâle gelmek
Ziyafet çekmek : Konukları yemek vererek ağırlamak.”Düğünümde bir ziyafet bile çekemedim.
Ziyan etmek : Yersiz, boş yere harcamak.”O kadar ekmeği ziyan etmeye utanmıyor musun?
Ziyanı yok : “Önemli değil, önemi yok!” anlamında kullanılır
Ziyaret etmek : Birini görmeye, biriyle görüşmeye, bir yeri görmeye gitmek.”Hastaları ziyaret etmek görevlerimiz arasındadır.
Zokayı yutmak : Aldatılıp zarara sokulmak
Zora binmek : İş güçleşmek, ancak zor kullanarak halledilecek hâle gelmek.”Bir yolunu bulun, sakın işi zora bindirmeyin.
Zora gelmemek : Sıkıntıya ve baskıya katlanamamak, güçlüğe sabredememek.”Zora gelemem ben, lütfen ısrar etmeyin!
Zorun ne? : “Ne istiyorsun, amacın ne?” anlamında kullanılır
Zoru olmak : Kendisini zorlayan bir sıkıntısı, derdi olmak.”Adamın bir zoru olduğu yüzünden belliydi.
Zurnanın zırt dediği yer : Yapılmakta olan işin en hassas, en önemli, en can alıcı noktası
Züğürt tesellisi : Kötü bir işte en önemli şeyi kaybettiği zaman bazı önemsiz, iyi olmayan bir yan bularak sevinmek ve kendini avutma
Zülfüyâre dokunmak : İşle ilgili olanı, hatırlı ve güçlü kimseyi veya yüksek bir makamı kimi söz ve davranışlarla gücendirmek, darılmasına yol açmak.”Hayır geri duramam, zülfüyâre dokunsa da söyleyeceğim.